31 Ağustos 2013 Cumartesi

Zaytung Dosyası: Komik bir şey varsa söyleyin, hep beraber gülelim...

Okumadan önce not 1: Aşağıdaki yazı, an itibariyle Zaytung'a girilen "27 yıllık hayatındaki kayda değer tek başarısı çocuk doğurmak olan Nezahat Konakçı, Facebook'ta mide bulandırmaya devam ediyor..." şeklindeki son dakika haberinin (http://zaytung.com/sondakikadetay.asp?newsid=222743) anımsatmasıyla paylaştığım, 2011 yazında yazdığım, gayrı dergi ve jiyan'da yayınlanmış olan yazımdır.

Okumadan önce not 2: Bu yazıyı yazdıktan sonra Zaytung'u oldukça az takip etmiş olmama rağmen gözle görülür bir toparlanma, muhalifleşme sezmiştim. Haklı mıydım yanılıyor muydum bilemiyorum. (Ticarileşme ile el ele giden politik radikalleşme/muhalifleşme de nasıl olur, onu da bilemiyorum.)

Ookumadan önce not 3: Yazıyı şu an okuduğumda üslup olarak bana da çok çiğ geliyor ama malum yazı yazılalı 2 sene olmuş. 2 ay önce yazdıklarımı da okuyunca çiğ geliyor. Dolayısıyla kendimle barışıkmışım gibi yapıp aynen paylaşıyorum.

Zaytung.com 2009’un sonlarında kurulan bir mizahi asparagas sitesi. “Dürüst, tarafsız, ahlâksız haber” sloganıyla yayın yapan site kısa zamanda oldukça yoğun bir ilgi gördü ve bu ilgi büyüyerek devam ediyor.

Kuruluşundan beri takip ettiğim sitenin muhalif bir duruşu olup olmadığını anlamakta başlarda güçlük çektim. Sitenin güncel siyasetle açıktan alay etmeye başlaması da zaten biraz zaman aldı. Bir süre sonra çıkan “Milli Birlik ve Beraberliğe İhtiyaç Olmayan Günler Kesinleşti”, “Yeni AB Uyum Yasası Yolda: Büyüğe Saygı Tamamen Bitiyor”, Angela Merkel: "Benim ecdadım soykırım yapmaz!" gibi haberlerle site duruşunu net bir şekilde belli etti. Bu haberler dışında toplumsal olaylara duyarlılık içeren birçok başka haber daha mevcuttu. Birkaç örnek saymak gerekirse:

• Doğaya bırakılan ilk plastik şişeler yok olmaya başladı...
• Orantısız güç kullanımı eleştirilerini değerlendiren Emniyet Müdürlüğü, toplumsal olaylara müdahale için "insanlı polis timleri" kurmaya hazırlanıyor...
• Sol omzuna aldığı yumurta darbesiyle yaralanan Bakan'ın beyin ölümü gerçekleşti...
• ABD Genelkurmay Başkanı, ülkede İspanyolcanın ikinci dil olarak konuşulmasının yarattığı felakete dikkat çekti...
• İngiliz halkı The Tudors'a tepkili: "Ecdadımız sadece üç beş kadınla sevişmiş gibi gösteriliyor..."
• KKTC'deki gösterilere ve açılan "Özgür Kıbrıs" pankartlarına sinirlenen TC hükümeti, Kıbrıs'ı Adalar Belediyesine bağlamak için harekete geçti...
• Bülent Arınç, yapmış olduğu "Hayat içki ve seksten ibaret değildir." açıklaması ile "seks" diyen ilk AKP'li olarak tarihe geçti...
• Çocuk olduğu mahkeme kararıyla kesinleşen Ogün Samast'ın 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramında, Adalet Bakanlığı koltuğuna oturacağı açıklandı...
• İzmir Büyükşehir Belediyesi, pitbul'ların sokakta tasmasız insan gezdirmesini yasaklamaya hazırlanıyor...
• Son olarak dünya sinemasının vazgeçilmez organizasyonlarından Altın Portakal'ın Jüri üyeliğinden de çıkarılan Emir Kusturica'nın kariyerindeki önlenemez düşüş devam ediyor...

Görüldüğü gibi Zaytung yalnızca siyasetlee değil, doğadan hayvan haklarına kadar birçok konuyla ilgili son derece zekice hazırlanmış hicivlere evsahipliği yapıyor; ancak maalesef hikaye bundan ibaret değil. Zaten bu yazının yazılmasındaki asıl kaygı da Zaytung’un evsahipliği yaptığı tam aksi istikametteki içerikler.

• Mahmur Kampı'na geri dönen ekip: "Türkiye'den ve seyirciden çok etkilendik. İlk fırsatta yine gelmek istiyoruz..."
• ATV/Sabah yönetiminden, yaklaşık 10 aydır süren grev ile ilgili açıklama: "Kimin grevde olduğunu bir bulabilsek hemen görüşüp, anlaşıp bu işi çözeceğiz..."
• Referandumu boykot etmek için yurt dışından gelen yüzlerce BDP'li, oy vermeden yurttan ayrıldı...
• İnsanlık onuru işkenceyi yendi: 4-1
• Yoğun köprü trafiği yüzünden "3. Köprüye Hayır!" mitingine katılım beklenenin altında gerçekleşti...
• Demirören AVM'ye protesto için giden iki arkadaş, GAP'de %50 nin üstüne %50 daha indirimi görünce eylemlerini bir süreliğine erteleme kararı aldılar...

Hayır, maalesef yukarıda gördüğünüz cümleler Emre Aköz’ün köşe yazılarından alıntılanmadı. Kürt hareketinin referandumda boykot kararını, 3. köprüye karşı yapılan protestoyu, insan gibi yaşamak için mücadele eden emekçileri marjinalize eden bu cümleler Zaytung’da yayınlandı. Bunların basit kalem sürçmeleri olduğunu iddia etmek fazlaca bir naiflik olur, zira buraya yazılanlar yalnızca birkaç örnek. Bunlardan daha fazlası var ve (burada gereksiz yere afişe etmek istemediğim için yazmadığım) imzalara bakılırsa görmek mümkün ki; siteye bu tür içerikler göndererek organize bir “sağcılık” faaliyeti içerisinde olan birkaç kişi var.

Sitede birçok konuyla dalga geçildiğini, hiçbir şeyin dokunulmaz kılınmamaya çalışıldığını, benim de aslında osuruktan nem kaptığımı iddia edenler olacaktır; ancak birkaç şey özellikle göze çarpıyor ki yapılanın mizah mı yoksa aşağılama mı olduğu anlaşılamıyor. Bunlardan birisi (genellikle Afrika ülkeleri olmak üzere) bazı ülkelerin yoksulluklarının mizah konusu yapılması. Örneğin:

• Maçtan sonra rakip takımla centilmenlik gereği formaları değiştiren Honduras Milli Takımı oyuncuları şaşkın: "Diğer maçta ne giyecez?"
• Vietnam'dan 2014 Dünya Kupasına Yeşil Işık: "Ayakkabı ayarlarsanız oynarız abi”
• Burundi Basketbol Federasyonu, maç sırasında kendini dev ekranda görünce bağırıp el sallayan koçun görevine son verdi...
• Ekonomik darboğaza düştüğüne kimseyi ikna edemeyen Jamaika, iflasın eşiğine geldi…

Bu aşağılama tavrı yalnızca ülke bazında da olmuyor. Türkiye özelinde de ilginç bir şekilde taşra üniversiteleri ile alay ediliyor:

• Afyon Kocatepe Üniversitesi uzay bilimleri merkezinin başlattığı yıldız haritası çalışmaları, hemen karşıdaki apartmana çıkılan kaçak kat yüzünden yarım kaldı...
• Niğde, Zonguldak Karaelmas ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitelerinden ortak açıklama : "Yatay geçiş umuduyla gelip de başarabilen şu ana kadar olmadı...”

Son olarak da çok çarpıcı, elitist, sınıfsal bir aşağılama örneği vermek istiyorum:

• Sanayiye bakıma bıraktığı arabasını geri aldığında frekansın NTV Radyo'da kaldığını gören adamın şaşkınlığı sürüyor...

Sanayide çalışan işçinin radyoda dinleyeceği “arabesk yavşaklığı” harici her şeyin şaşkınlık uyandıracağı bu kafayı geride bırakarak zurnanın zırt dediği yere gelelim: Zaytung ve cinsiyetçilik!

Güncel solcu jargonu bizi her halta “turnusol kağıdı” demeye alıştırmış. Ancak bir süredir gözlemlediğim kadarıyla (kadına karşı ayrımcılığı da homofobi ve transfobiyi de içine alacak şekilde) toplumsal cinsiyet konusu gerçekten birçok konudan daha çok hak ediyor bu “turnusol kağıdı” benzetmesini. Birlikte dünyayı kurtardığın “adamlar” yeri geliyor “Kadına karşı ayrımcılık 150 yıllıktır, kapitalizmle başlamıştır” ya da “Devrimden sonra eşcinseller tedavi edilecek” deyiveriyor. Kadına karşı ayrımcılık artık o kadar doğal karşılanıyor ki adeta görünmez hale geliyor. Kadın düşmanı fıkralar kadınlar tarafından anlatılıyor, cinsiyetçi küfürler kadınların ağzından dökülüyor. Bu koşullarda cinsiyetçilik baş edilmesi gereken sorunların en önceliklilerinden biri haline geliyor.

Türkiye toplumunun iliklerine kadar işlemiş cinsiyetçiliğin Zaytung sayfalarında da ne kadar buram buram koktuğunu gördüğünüzde şaşıracağınızı tahmin ediyorum. Buyrun birkaç örnek:

• Şemsiyeli Kadınlar Dehşet Saçıyor...
• Bayanlar Dünya Ralli Şampiyonası'ndaki temsilcimiz Nermin Yıldız, Pit-Stop'a 13 manevrada park edemeyip direksiyonu eşine verince kurul kararı ile diskalifiye oldu...
• Giyim mağazalarında çalan yabancı müziklerle şartlı reflekslenen 300 kadın, DJ Tiesto konserini yağmaladı...
• Eninde sonunda 'Yeni İşlem' ile 'Kart İade' arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağını anlayan genç kız isyan etti...
• Kız arkadaşıyla gömlek almak için girdiği mağazadan, 1 çizme, 2 tayt, 2 çift de bikini alarak çıkan genç, suskunluğunu koruyor...
• 33'lük birayla 7. saatini dolduran genç kız törenle son yudumunu aldı...
• İlişki terapisti Banu Çinçin'den erkeklere tavsiyeler: "Kadınların tek ihtiyacı olan sevgi, sadakat, şefkat, merhamet, ilgi, saygı, dürüstlük, cömertlik ve kariyer"
• Facebook iletisini 14 saattir yenilemeyen üniversiteli kızın durumundan şüphelenen komşularının ihbarı üzerine kapıyı kırarak eve giren polis, genç kızı modemini tamir etmeye çalışırken buldu...
• ''Ben yalnızca evleneceğim erkekle çıkarım '' diyen genç kızın 6. sevgilisinden ayrılışında da yine hüzün ve gözyaşı vardı...

Zaytung’dan öğrendiklerimiz neler? Kadınlar araba kullanamaz. Kadınlar alışveriş delisidir. Kadınlar kararsızdır. Kadınlar “adam gibi” içemez. Kadınlar ne istediğini bilmez/her şeyi ister. Kadınlar ilgi çekmeye çalışır. Kadınlar evlenme delisidir, vesaire vesaire... Yoksa bunları Zaytung’dan değil de içinde yaşadığımız maşist toplumdan mı öğrendik? Yoksa etrafa zeka pırıltıları saçan Zaytung da hiç çaktırmadan bu cinsiyetçi kabulleri çatır çatır onaylıyor, çatır çatır yeniden mi üretiyor?

Cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığıyla ilgili en çarpıcı haberleri sona sakladım, zira onları böyle listelenemeyecek kadar ciddi buluyorum. Haklarında iki kelam etmeden geçmek yanlış olur.

• "İntihar girişimi ve başarı" alanında Türkiye, erkeklerde 1/1 oranıyla Japonya'yla beraber birinciliği paylaşırken, bayanlarda 1/46 oranıyla sonuncu oldu...

Kadınların intihara teşebbüs etmeye erkeklerden daha meyilli olduğu ancak intihara teşebbüslerde ölüm oranının erkeklerde daha yüksek olduğu – Türkiye’ye özgü değil, evrensel – bi r gerçektir. Peki zilyon tane değişkeni olan, hakkında araştırmalar yayınlanan, kitaplar yazılan bir bilimsel olguyu bu kadar yüzeyselce sunmak nedir? Ben söyleyeyim, densizliktir.

• İsrail ordusundaki kadın askerlerin büyük kısmının aynı anda pms dönemine girmesi, Ortadoğu'da tansiyonun bir kez daha yükselmesine neden oldu...

“Madem cinsiyet eşitliği istiyorsunuz, kadınlar da askere gitsin” geyiği düşük zeka seviyesindeki XY’ler tarafından sık sık yapılır. Bu geyiklere kadınların da zorunlu askerlik yaptığı İsrail de sık sık malzeme olur. Bunun yanı sıra bir kadının keyfinin yerinde olmaması, tersinden kalkmış olması da sıklıkla regl ile bağlantılandırılır, kadınlara regl olmadıkları sürece kimseyi tersleme hakkı tanınmaz. Bu iki zırvalığı bir araya getiren bu haberde bir de PMS’ten bahsedilmiş. Pre-Menstrual Syndrome denilen, bazı kadınlarda bulunduğu ve regl öncesi dönemi çok daha gergin geçirmelerine sebep olduğu iddia edilen bu hastalığın varlığı dahi şüpheli. Erkek burjuva biliminin bu iddiası Karen Houppert’ın “Lanet” adlı kitabında yalanlanıyor, regl ile ilgili “bilinen” birçok şey hurafe ilan ediliyor. Artık kadınları kadınlardan dinlemeye ihtiyacımız olduğu bir gerçek...

• Boğaziçi Köprüsü Acıbadem mevkiinde dikiz aynasından makyaj yapmaya çalışan kadın sürücü, trafiği olumsuz etkilemeye devam ediyor. Sürücülerin Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü kullanmalarını öneririz...

Bu dumanı tüten tazecik haber beni bu yazıyı yazmaya ikna eden haberdir. “Zaytung’daki cinsiyetçilikle ilgili bir yazı mı yazsam?” diye düşünür ve emin olamazken siteye girip sağ sütunda bu haberi gördüğümde ikna olmuştum kesinlikle yazmam gerektiğine. Kadınların araba kullanımı konusunda erkeklere kıyasla bir yeteneksizliği var mı bilmiyorum. Varsa da bunu zerre kadar umursamıyorum. Zira her ne koşulda olursa olsun, kimsenin kadınlar trafikte hali hazırda durmaksızın taciz edilirken çıkıp da “Yahu kadınlar da hiç araba kullanamıyorlar” deyip pişkin pişkin gülme lüksü yoktur. “Alternatif” olma iddiasındaki kimsenin varolan bir ayrımcılığı yeniden üretme, hele hele bunu mizah adı altında yapma lüksü yoktur.

Kadınlarla her fırsatta alay eden erkekler de içten içe bilmektedir ki tarihin başından beri kadın üretmiş, erkek tüketmiştir. Kadın doğurmuş, erkek öldürmüştür. Kadın yapmış, erkek yıkmıştır.

Sonsöz niyetine:

Zaytung sitesini kuranlar – aynı elinizdeki dergiyi çıkaranlar gibi – bir şeylere “yetti gayrı” demiş kişilerdir. Dolayısıyla verdikleri tepki politiktir. Medyayı yalnızca biçimsel olarak değil içeriksel olarak da eleştirmektedirler ve varolan medyayı karikatürize ederek bir şeyler değiştirmeye çalışmaktadırlar. Ancak zaten varolan medyanın iliklerine kadar işlemiş olan statükoculuk, emek düşmanlığı, elitizm, cinsiyetçilik gibi illetlerden kopamadıkları sürece kendileri bir karikatüre dönüşmekten kurtulamazlar. Zaytung bu konuda acilen bir şey yapar ve site gerçekten alternatif ve muhalif bir araç haline gelirse; işte o zaman “hep beraber” güleceğimiz bir şeyler olur.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

İlişkiler: Tekeşlilik, Sahiplenme ve Kıskançlık Üzerine

Epeydir dile getirdiğim şeyleri bir düzene sokup yazayım dedim.

Evlilik denilen zımbırtıya karşı olduğunu belirten çok kişi var. Ben de onlardan biriyim. Karşı olan herkesin açıklaması aynı olmak zorunda değil tabii ancak benim evlilik özelindeki açıklamam şu: Hem iki kişilik bir ilişkiye üçüncü kişi olarak devleti dahil etmeyi doğru bulmuyorum hem de düzenin koruyucusu olarak işlev gören, dolayısıyla da düzen tarafından dayatılan aile kurumuna çomak sokmak gerektiğini düşünüyorum. Ancak gözlemlediğim şu ki evliliğe karşı olan insanların büyük kısmı resmi, yazılı olmayan ilişkilerini pek fazla sorgulamıyor. Halbuki evlilik sadece bir aşama, ilişkinin resmileşmiş hali. Dolayısıyla düzenin sınırları içerisinde, ona hizmet eden bir ilişkiye sahip olmaktan kaçınmak için evliliğe karşı olmak yetmiyor.

Muhtemelen ilişkilerde en temel sorunlardan biri olagelen, ama bir yandan da en kolay kabullenilen, en çok basitleştirilen ve en normalize edilen şey kıskançlıktır. Evet çiftler kıskançlık sebebiyle sık sık kavga eder hatta ayrılır, ancak kıskanmamak kıskanmaktan daha garip karşılanır, daha büyük sorunlara yol açar, zira genel algı çok basittir: Seven kıskanır. Bu yüzden eğer aşırı bir boyuta ulaşmıyorsa, belli bir düzeydeki kıskançlık ilişkilerde kabul edilebilir, hatta elzem bir olgu haline gelir. Örneğin birinin sevgilisine (genelde heteroseksüel ilişkilerde erkeğin kadına) "dışarı çıkmanı istemiyorum/çıkamazsın" demesi (çoğunlukla) sorun yaratacak bir durumken, "eski sevgilinle görüşmeni istemiyorum/görüşemezsin" demesi en azından görece daha az sorun teşkil eder.

Kıskançlığın temelinde sahiplenme ve beraberinde getirdiği yitirme korkusu yatar. Aslında durum özünde şudur: "Onunla olmaktan memnunum. Bunun devam etmesini istiyorum. Onun benim dışımda biriyle olması ihtimalinden korkuyorum. Engellemek istiyorum."

Tamamen ego merkezli olan bu algının başlı başına sorunlu bir algı olduğunu düşünmüyorum. Elbette insan biriyle mutlu olabilir ve bu mutluluğu yitirmek istemiyor olabilir. Ancak yitirme korkusunu pratiğe döktüğünde, yani partnerinin kendisiyle olan birlikteliğini bitirmeye karar vermesine yol açabilecek ihtimalleri ortadan kaldırmaya çalıştığında durum sağlıksız bir hal alır. Zira eğer partnerim biriyle tanışıp benimle değil onunla olmaya karar verecekse zaten olması gereken budur, benim onu engellemem değil.

Burada yalnızca sahiplenmeye, kıskançlığa da değil tepkim. Bizzat ilişki denilen şeyin, sevgililik denilen şeyin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü birine sevgilim dediğiniz anda zaten bu engelleyici pratikleri başlatmışsınız demektir. Sevgilinizin sizinle olan birlikteliğini bitirmesi artık dramatik bir olaydır. Size sizden ayrılmak istediğini açıklamalıdır örneğin. (Bir de bir taraf ayrılmak istediğinde diğer tarafın "ben istemiyorum" dediği ve devam eden ilişkiler var ki onları hiç aklım almıyor.) Sevgiliniz bir an için başka birisini arzulasa ve onunla sevişse de ortaya bu sefer 'aldatma' gibi dramatik bir kavram çıkıyor ve bunun vicdani sorumluluğu da bir tahakküm aracı haline gelip yine sahiplenen tarafın hanesine yazılıyor.

Kafamda epeydir idealize ettiğim bir ilişki tipi var. Uygulamaya koyabildin mi derseniz, pek sayılmaz. Belki de hiç beceremeyeceğim ama mühim olan bu değil. En azından mümkün olduğu kadar buna yaklaşmaya çalışmanın herkesi tahakkümden ve ilkel, egoist eğilimlerden uzaklaştıracağını düşünüyorum: Hayatınızdaki kimsenin bır sıfatı olmamalı. Ne arkadaşınız ne sevgiliniz olmalı. Herkes kendi özgün varlığıyla anlam kazanmalı sizin için. Karşınızdakiyle o anda ne yaşamak istiyorsanız onu yaşamalısınız. İster gezer, ister dertleşir, ister sevişirsiniz. Gelecek için bir söz vermemelisiniz. Kimseyi yalnızca sizinle gezmeye, dertleşmeye ya da sevişmeye mecbur hissettirmemelisiniz. Herkese sizi bir daha arama ve aramama özgürlüğü olduğunu hissettirmelisiniz. Her şey iradeye ve rızaya dayanmalı. Taahhütsüz ve kuralsız olmalı.

Bu noktada "eğer partnerin başkasıyla sevişebilecekken, bu özgürlüğe sahipken yine de bunu yapmıyor ve senin yanına geliyorsa asıl değerli olan budur" diyenler çıkabilir. Katılmıyorum. Sahip olduğu bu özgürlüğü kullanmış olması hiçbir şeyi daha değersiz kılmaz. Partneriniz başka biriyle sevişip yine yanınıza geliyorsa bunun kızılacak, üzülünecek değil mutlu olunacak bir şey olduğunu düşünüyorum, orası ayrı. Ama artık yanınıza gelmiyor da olabilir, ve bu sistemin işlemediği anlamına gelmez. Böyle düşünmek tekeşli, sahiplenici ilişki algısından kopamamanın göstergesidir.

28 Haziran 2012 Perşembe

Hadsizlik, Onursuzluk ve İkiyüzlülük

Çok uzun süredir gündemle ilgili yazmıyordum. Gündemi de zaten göz ucuyla takip ediyordum. Sebebi hem televizyon izlememem hem de internette okuduğum haberlerin beni hep çok öfkelendirmesiydi. Zamanında liseden Tuğrul Hocamla görüştüğümde bana bu işleri bırakmamı, biraz daha teoriye yönelmemi önermişti özetle. Daha doğrusu "Şu aşamada bu saçmalıklarla uğraşmak seni yorar, yıpratır, bir işe de yaramaz" demeye getirmişti. Pek de farkında olmadan onun önerisine uymuşum sanırım son zamanlarda.

İstanbul'a geldiğimden beri de televizyonu sadece maçları izlemek için açıyordum. Taa ki bir ara tesadüfen CNN Türk'teki "Dört Bir Taraf" programıyla karşılaşana dek.

Muhtemelen benden iyi biliyordur bu yazıyı okuyanlar. Programda Nagehan Alçı, Nazlı Ilıcak, Altan Öymen ve Enver Aysever var. Gündem belirleniyor ve hepsi görüşlerini açıklıyor. Hesapta "dört bir taraftan" görüşler alınmış oluyor. Yerseniz. Aslında iki cephe var: Alçı ve Ilıcak'ın oluşturduğu liberal görünümlü muhafazakâr cephe ile Öymen ve Aysever'in oluşturduğu sosyal demokratımsı Kemalist cephe.

İzlediğim programda Suriye'nin düşürdüğü Türkiye ordusu uçağı tartışılıyordu. Bu mikro olay üzerinden makro analizler yapılmaya çalışılıyor, siyaset ve uluslararası ilişkiler konusunda yargılar belirtiliyordu.

Programda görüşlerinin %15'ine falan katıldığım Aysever dışında en azından tamamen zırvalamayan kimse yoktu, ancak ben hem cehaletleri hem de tavırları sebebiyle sadece Nagehan Alçı ve Nazlı Ilıcak'tan bahsedeceğim. (Beni en çok öfkelendiren iki kişinin programdaki kadınlar olması tamamen tesadüf eseridir, CNN Türk'ün sorumluluğundadır.)

Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyorum: Cehalet kelimesini kullanırken İngilizce'deki ignorant kelimesinin anlamını düşündüm daha çok. Yani bilmeyen, bilgisi olmayandan çok; bilmek istemeyen, sorgulamayan, tartışmayan, bunları beceremeyen ve zaten becermek de istemeyen, umursamayan... Nagehan Alçı'nın TC'nin en ufak hatasından bahseden ya da Suriye'nin haklı olduğu en ufak bir konudan söz edenlere "Tabii siz de Esad'ı savunuyorsunuz" diye saldırması, bu indirgemecilik tam da bahsettiğim cehaletin sonucudur.

Dörtlü hep bir ağızdan "herhalde bu olayda Türkiye'yi suçlayan, Suriye'yi haklı bulan da yoktur" falan gibi bir konuşma yaparken, Alçı ağzını eğerek, çirkin çirkin sırıtarak olduğundan bahsediyordu. Evet var, onlardan biriyim. Örnek olarak ismini zikrettiği bir yazar hakkında da "O zaten Suriye vatandaşı" deyip güldü dört taraf birden. Ben bir de TC vatandaşıyım. Buyurun, bir sorun mu var?

Nazlı Ilıcak programda şöyle cümleler sarf ediyordu:

"Suriye zaten yalancı bir ülke. Kimsenin bu konuda da Suriye'ye inandığını sanmıyorum. Zaten NATO gibi tarafsız yapılar da Türkiye'yi destekliyor. Hatta ben Suriyelilerin bile Suriye'yi desteklediğini sanmıyorum."

Daha ilk alıntı için dahi söylenecek o kadar çok şey var ki. Bahsi geçen insanların entelektüel, aydın falan olmadıkları çok açık. Ancak yine de sosyal bilimler hakkında en ufak bir fikri olan biri, kişilere atfedilebilecek karakter özelliklerini kurumlara atfetmenin ne kadar gerzekçe bir şey olduğunu bilir. Suriye nasıl yalancı olabilir? Bir kere Suriye nedir? Bir ülke nelerden müteşekkildir? Suriyelilerin yalancı olduğu iddia edilecekse bunun ırkçılık olduğu çok aşikâr değil midir?

NATO nasıl olur da tarafsız diye tanımlanabilir? NATO yıllar yılı muktedirin yanında ezilene karşı savaşmamış, en azından ezilenin muktedire başkaldırmasına engel olmaya yarayan bir emniyet subabı görevi görmemiş midir? Öncekine benzer bir soruyla NATO nedir? NATO zaten muktedirlerin oluşturduğu fason bir örgütlenme değil midir?

Son olarak da sağcıların en önemli özelliğinin tezahürü geliyor. Herkesin kendisi gibi düşündüğüne olan inanç. Öyle ki Suriyelilerin dahi Suriye'ye inanmadığını varsayıyor hanımefendi. Seneler önce televizyona genç bir kadıncağız çıkmış, bir akademisyene "Kimsenin Ermeni Soykırımı'na inandığı falan yok! Dünya bu iddiayı reddediyor!" falan diye bağırmış, kendini rezil etmiş ve gururumuz (!) olmuştu. Bütün gerçekliği reddedip kendi gerçekliğini dayatmak ve en çok da kendine dayatmak, sağcıların vazgeçemediği bir alışkanlık olsa gerek.

Suriye'ye Suriyeliler bile inanmıyormuş. Bu yapay gerçekliği test etmeyi bir kenara bırakalım, doğru olduğunu farz edelim. Eee? Velev ki Suriyeliler Suriye'ye inanmıyor, bu ne anlama gelir? Söylediklerinizin doğruluğunun kriteri başka insanları ikna edebiliyor olmanız mıdır? Kimse size inanmıyorsa otomatikman yalancı mı olursunuz?

"Uçak sınır ihlali yapmadı. Uluslararası hava sahasında vuruldu. Hem yapmış olsa bile böyle ufak tefek sınır ihlalleri olabilir. Böyle bir durumda en azından uyarılması gerekirdi."

Nazlı Ilıcak'ı tanımayan birisi bu cümleleri duyduğunda kendisinin ordu mensubu olduğunu düşünürdü şüphesiz. Zira burada Ilıcak öncelikle uçağın sınırı ihlal etmediğini söylüyor. Bunu söyleyebilmek için ya Türkiye ya da Suriye ordusunda görev yapıyor olmanız, hatta olay esnasında radar başında olmanız, ya da en azından olaydan sonra koordinat datalarını analiz edebilecek pozisyonda olmanız gerekiyor. Ama Ilıcak biliyor! Sınır ihlali yok dediyse yoktur!

Ufak tefek sınır ihlalleri de zaten olabilirmiş. Ilıcak yıllarını askeri hizmete verdiği için böyle tecrübeleri var tabii. Hem uluslararası anlaşmaları da okumuş, yalamış yutmuş. Onlarda da aynen böyle geçer bu cümle: "Ufak tefek sınır ihlalleri olabilir."

Kardeşim nereden biliyorsunuz? Uçağın sınırı ihlal edip etmediğini nasıl bilebilirsiniz?! "Ufak tefek sınır ihlalleri olabilir" ya da "Önce uyarılması gerekirdi" demek sizin ne haddinize?! Hem uçağın uyarılmadığını nereden bilebilirsiniz?! Siz bu konunun uzmanı mısınız?! Ne konuyla ilgili bilginiz ne de bilginiz olsa dahi bunu anlamlandırabilecek bir altyapınız varken bu ne cesaret?!

"Uçağı uçaksavarla vurduklarını söylüyorlar. Halbuki uçaksavar 1-2 kilometrede etkilidir. Uçak 13 kilometre uzaklıktan vurulmuş. Türk yetkilileri böyle söylüyor, ben de buna inanıyorum."

Uçaksavar denilen cihazın menzilini nereden biliyorsun? Uçağın ne uzaklıktan vurulduğunu nereden biliyorsun? Türk yetkililerinin söylediklerine niye inanıyorsun? Yani Türk yetkililerini Suriyeli yetkililerden ayıran ne? Suriyeliler yalancı mı? Türkler çok mu dürüst?

"Esad bir diktatör. Halkına acılar çektiriyor, insanları öldürüyor."

Ulan Esad diktatör de ne zamandır diktatör? Kaba etini yalamaya doyamadığınız başbakanla kucaklaşırken diktatör değil miydi? Diktatör olan bir tek o mu? Göklere çıkardığınız başbakanınız diktatör değil mi? Kadınların rahmine kadar müdahale etmeye çalışan bir başbakanın varsa ve sen onu pohpohlamaktan bitap düşüyorsan başka birine diktatör demek nasıl bir onursuzluk, nasıl bir ikiyüzlülüktür? Suriye'de halk acı çekiyor da Türkiye'de çekmiyor mu? Ülkenin dört bir yanında olan ve özellikle Kürdistan'da yoğunlaşan sivil ölümlerinden haberiniz yok mu? Balık istifi dolduruldukları hapishanelerde yanarak ölen tutsakları şimdiden unuttunuz mu? Hapsedilen gazetecileri, sendikacıları, öğrencileri unuttunuz mu? Ülkeniz adım adım faşist diktatörlük rejimine giderken buna ses çıkarmayıp da Esad'a diktatör demek size biraz olsun koymuyor mu? Size koymayan beni sinir hastası yapıyor...

Programda Suriye'nin uçağı düşürmesinden bir 'provokasyon' olarak söz edildi ve "Suriye bir provokasyon daha yaparsa..." diye başlayan cümleler kuruldu. Bu çok sinsi bir strateji. Kendi yaptığını direkt karşıdakine yansıtmak ve kendi ahlâksızlığı üzerinden karşısındakini suçlamak. Türkiye'nin yaptığı tam anlamıyla bir provokasyondu, tacizdi. Bir ülkenin başbakanı, cumhurbaşkanı ve bütün diğer devlet görevlileri aylardır başka bir ülkeye sözlü olarak saldırıyorsa, o ülke de saldırgan ülkeden kalkıp kendi üzerine gelen uçağı vurur. Bunun için uçağın sınır ihlali yapıp yapmamış olması da önemli değil. Sınır ihlali yapmadan da birini taciz edebilirsiniz. Evinize girmeye çalışmadan sürekli kapınızın önünde dolanırsam bir süre sonra ya polis çağırırsınız, ya da kafama bir saksı fırlatırsınız. Kafam yarıldığında yaptığınızı bir provokasyon olarak değerlendirirsem bu olsa olsa arsızlığıma, utanmazlığıma kanıttır.

Türkiye aylardır Suriye'ye saldırmak ve batının ağızlarını sulandıran ganimetlerden şöyle salyalarını akıta akıta kocaman bir ısırık almak peşinde. Uçak da bir savaş bahanesi yaratmak için gönderildi. Suriye yemi yuttu. Zaten yutmak da zorundaydı. Sonuçta sizi taciz ve tehdit eden bir ülkenin uçaklarının tepenizde uçmasına seyirci kalamazsınız. Bunun savaşmadan yenilgiyi kabul etmek olduğunu herkes bilir. Türkiye provokasyonunu yaptı ve savaş hazırlıklarına başladı. Şimdilik olan yalnızca o uçağın içinde yem olarak gönderilen pilotlara oldu. Bir savaş pilotu için ne kadar üzülünebilirse o kadar üzülüyorum, kimse kusura bakmasın. Ancak bu noktadan sonrası için endişeliyim. Hayatları devletler ve şirketlerin para hırsı tarafından gasp edilecek, zaten canlarından başka verebilecek bir şeyi olmayan emekçi çocukları için endişeliyim...

20 Aralık 2010 Pazartesi

Başlık çok önemliymiş...

Giriş cümleleri de... Okurun ilgisini çekmek ve onda merak uyandırmak gerekirmiş. Yoksa okur yazıyı okumaya ya hiç tenezzül etmez ya da başlasa bile yarıda bırakırmış. Okunmak istediğimi kim söyledi? “Madem okunmak istemiyorsun bu yazıyı ne bok yemeye yayınlıyorsun bre ergen?!” diyebilirsiniz. Tutarlı olma sözü verdiğimi hatırlamıyorum.

Yeraltı edebiyatından nefret ederim. Daha doğrusu yeraltı edebiyatından değil de yeraltı edebiyatı yazarlarından... Çünkü bana hep çok samimiyetsiz gelirler. Siklerden ve amlardan bahsederek prim yapmaya çalışırlar. Daha doğrusu bu kelimeleri kullanabilecek kadar cüretkâr olduklarını göstererek... “E senin yaptığın da aynısı değil mi bre gerzek?!” diyebilirsiniz. Değil. Eğer bir şeylerden bahsedecekseniz elbette isimlerini kullanacaksınız. Penislerden ve vajinalardan bahseden birinin yüzüne bakmam. Mesele yapmacıklık, sahtekârlık... Birisi size kanın ne kadar lezzetli olduğundan bahsediyorsa sahtekârdır. Kan lezzetli değildir. Kanın tadı demir gibidir. “Gibi” demek de gereksiz aslında, çünkü kana tadını veren zaten içindeki demirdir. Kanın aslında çok besleyici olduğundan bahsetmek ya da kan içmenin insanda ne kadar şehvet uyandırabileceğinden, insanın libidosunu nasıl harekete geçirebileceğinden bahsetmek apayrı bir şeydir. Bunlardan bahseden de birçok tabuyu yıkmış olur ama bu onu sahtekâr yapmaz.

Sahtekâr kelimesini çok kullandığımın farkındayım. Bu alışkanlığı Salinger’in geçenlerde okuduğum ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ romanından sonra edindim. “Vuuhuu ne kadar kültürlüsün!” dediğinizi duyar gibiyim. Şımarmayın. Aylardır kitap okumuyordum ve zaten edebiyatla ilgili ahkam kesmek için çok yetersizim. Bir şey anlatmaya çalışıyorum, efendi gibi dinleyin. Neyse... Salinger’in romanında Holden Caulfield adında bir karakter vardı. Kendime benzettim. İnsanlardaki samimiyetsizliğe o kadar kafayı takıyordu ki aşağı yukarı herkesi sahtekâr olmakla itham ediyordu. Haksız sayılmazdı, çünkü aşağı yukarı herkes sahtekârdır. Evet Holden Caulfield de ve evet ben de... Yeraltı edebiyatıyla ilgili böyle düşünmemin sebebi de bu. Belki genelliyorum ama neredeyse hepsinin sahtekâr olduğunu düşünüyorum. Gerçi bu yeraltı edebiyatı özelinde bir şey değil. Edebiyatçıların büyük çoğunluğu sahtekâr. Örneğin aşk meşk diye diye yüzyıllardır insan ırkını zehirleyenlerin hepsi! ‘Genç Werther’in bok yoluna gitmesine sebep olan Goethe de sahtekâr, Romeo ile Juliet’i katleden Shakespear de! Elbette en sahtekârları bugünün “the one” geyiği üzerinden reyting yapmaya çalışan Amerikan sineması...

Rahat bırakmıyorlar insanları. İnsanların rahat rahat el ele tutuşmasına, öpüşmesine, sevişmesine izin vermiyorlar. İlla aşık olacaksın, kaybetmekten korkacaksın, bir şeyleri feda edeceksin. Sadece ay ışığı çok güzel göründüğü için biriyle el ele tutuşamazsın. Daha fazla şey ifade etmeli. Sadece dudaklarındaki rujun tadını merak ettiğin için öpemezsin birini. Daha fazla şey ifade etmeli. Ya da sadece o kayganlığı hissetmekten çok keyif aldığın için sevişemezsin. Daha fazla şey ifade etmeli. Neden mi? Çok basit: yoksa satmaz!

Drama lazım herkese. Eğer yoksa yaratılıyor. Efendi gibi ayrılan bir çifti kimse sevmez. Birbirlerine küfretmeliler, en az biri ağlamalı, fiziksel şiddet olursa tadından yenmez, hele sonrasında biri intihar ederse tüm insanlık sarsılarak orgazm olacaktır! Dramaya bağımlı yaptılar bizi. Hepsine lanet olsun! Son sahnesinde toplumsal mesaj veren dizi bölümlerine de, her şeyin anahtarının içimizdeki sevgi olduğundan bahseden kişisel gelişim (kitlesel yokoluş) kitaplarına da, aşkından intihar eden karakterler barındıran romanlara da, o romanları okurken ağlayan ve hatta intihar edenlere de... Hep-si-ne!

15 Şubat 2010 Pazartesi

Yurdum İnsanının Memnuniyetsizlik Anında Hedef Şaşırma Psikozu

Sanırım ne demek istediğim başlıktan anlaşılmıştır. Yine de örnekleyeyim. Misal Migros'tasınız. Yaklaşık 30 müşteri ve açık 3 kasa var. Müşterilerden bazıları homurdanmaya başlar. Bunlar genelde yaşlılar ya da yirmilerinin sonunda, kirli sakallı, bıçkın gençler olur. Homurdanmalar yerini yüksek sesle şikayet etmeye bırakır. Hele bir de çevreden destek geliyorsa saldırı - sorunda en ufak sorumluluğu olmayan - kasiyere yönlendirilir: "Kardeşim bu kadar insan var burda! Açsanıza diğer kasaları da! Bu ne rezalet!"

Ulan hıyar! Sen nasıl bir salaksın ki kasiyeri az kasanın açık olmasından sorumlu tutuyorsun? Sanki çalışanların mesai saatlerini kasiyerler düzenliyor... Ya da sanki sen sıra beklerken aslında kasa başında durması gereken çalışanlar bir jakuzi içinde purolarını tüttürüp seninle alay ediyorlar... Bre hırt! Senin çemkirdiğin kasiyer de olmasa 3 kasaya değil 2 kasaya talim edeceksin!

Son örneği yeni yaşadım. Kâmil Koç'tan bilet almak için yazıhanesine girdim. Yaşlı bir adam "Bundan sonra sizden bilet almıyciğim! Varan'la gidiciğim! Terbiyesizler!" nidalarıyla çıkıyordu. Yazıhanede çalışan (şaşılacak derecede güzel gözlü) orta yaşlı kadını da inanılmaz bitkin gördüm. "Ne oldu?" dedim. "Otobüslerimizde tuvalet olmamasından şikayetçi de beyefendi, bizden çıkardı" dedi... Ulan beyin fakiri! Kâmil Koç'a araç satın alınırken Çiftehavuzlar yazıhane çalışanı güzel gözlü orta yaşlı kadına sorulduğunu mu sanıyorsun? Kadına "Tuvaletli mi alalım, tuvaletsiz mi?" diye sordular da kadın "Ay tuvaletsiz alın, arabalarımıza prostatlı adamlar binmesin şekerim" mi dedi?

Ey bıçkın genç... Çevrendeki kadınların maço imajını çekici bulmuyor olması Migros kasiyerinin suçu değil... Ey huysuz ihtiyar... Çişini tutamıyor olman üzücü ancak bu duruma Kâmil Koç çalışanı sebep olmadı; çözüm üretmek zorunda da değil... Şimdi komplekslerinizi bir kenara bırakın ve artık mutsuzluğunuzun acısını bundan sorumlu olmayanlardan çıkarmayın... Huzursuzluk bulaşıcıdır, bulaştırmayın...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Halkı Askerlikten Soğutalım!


Şu ana kadar okurken en çok keyif aldığım kitaplardan birini okuyorum: "Çarklardaki Kum: Vicdani Red" Kitap birçok makaleden, sunum özetinden oluşuyor. O kadar zihin açıcı ki anlatamam. Taha Parla'nın yazdıklarından birkaç alıntı yapmak istiyorum:

"Savaş, faili devletler olan, toplu cinayettir. Savaşan devlet yalnız karşı tarafın askerlerini öldürmez, kendi askerlerini de katletmiş olur"

"Devlete/orduya nefer yetiştiren anneler, başka annelerin çocuklarını katletmiş olurlar."

"Askerlikten, ki adam öldürme sanatı/eğitimi/fiilidir, soğutmak suç olamaz; asıl askerliğe ısındırmak insanlık suçu sayılmalıdır."

13 Şubat Cumartesi günü halkı askerlikten soğutmak için sokakta olacağım!
13.30'da Taksim Tramvay Durağında!

2 Şubat 2010 Salı

Karla karışık yağmur, olayın ne hacı?

Geçen gece balkona çıktım. Panjuru açtım. Sigara yaktım. Dışarıya bakıyorum, bir şeyler yağıyor. Sokak lambasının ışığında süzülen karlar görünüyor. Bir yandan da arabaların üstüne pıtır pıtır yağmur yağıyor.

Düşündüm de... Yağmuru severim. Yağmurda çıkıp gezinmeyi severim, ıslanmayı severim. Karı da severim. Seyretmeyi severim, kokusunu severim, kendimi üstüne bırakmayı severim.

Zaten ikisi de (kar biraz daha fazla olmak üzere) genel olarak sevilirler. Ama şu ana kadar hiç "Karla karışık yağmuru severim" diyene rastlamadım. Ben de o gece karla karışık yağmuru sevmediğimi fark ettim. Nesini seveyim? Karaktersiz bir kere! Ne öyle ne böyle... Çakma yağış...

Hayır anlamadığım bir nokta daha var. Nasıl olup da nemin bir kısmı sıvı bir kısmı katı halde düşebiliyor? Havanın sıcaklığına göre bunların yağmur ya da kar olarak düşmesi gerekmiyor mu? Bazıları "Bu havada yağmur mu olur abi kar olcaz" demiş de diğerleri ikna olmayıp "Olum yağmur asıl bu havada olur, gör bak" demiş gibi. Aslında bu durumun bilimsel (evet!) bir açıklaması vardır ama duymak istemiyorum. Ben karla karışık yağmuru kendi içinde ayrışan sekter sol örgütlere benzetiyorum. Aynı eylemde farklı bayraklarla yürüyüp birbirine tip tip bakan embesillere...

Kar yağsın. Yağmur yağsın. Karla karışık yağmur yağmasın. Ne dersiniz, hoş olmaz mı?